Giriş yap
En son konular
Arama
Kimler hatta?
Toplam 2 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 2 Misafir Yok
Sitede bugüne kadar en çok 111 kişi C.tesi Tem. 29, 2017 7:00 am tarihinde online oldu.
Nasıl Bir Yaşam
1 sayfadaki 1 sayfası
Nasıl Bir Yaşam
Dedikodu, hiçbirimizin yabancı olmadığı bir kavramdır. Evde, mahallede, iş yerinde, okulda, kahvede karşımıza çıkan, sıradan bir şey gibi başvurulan bir "sohbet türü"dür.
Dedikodu yapmak; bir insanı, insanları çekiştirmek, gıyabında boş ve gereksiz konuşmak, yorumlar yapmak, onu yerin dibine batırmaktır. Halkın deyimiyle, "üzerine vazife olmayan" konularda insanların yaşamına sözle müdahale etmektir. Dedikodu yapanlar, kendi eksiklerini görmez, hep başkası ile uğraşırlar.
Dedikodu, "O dedi", "bu dedi" "şunu dedi" deyip, ilgili, ilgisiz herkesin arkasından konuşmak, çekiştirmektir.
Birgün evine geç gelmiş bir komşumuz, sorunları olan bir yakınımız, iş yerindeki bir arkadaşımız, sınıfımızdaki bir arkadaşımız pekala dedikodu malzemesi olabilir. Yerin dibine batırılabilir.
Dedikodu öylesine kanıksanmıştır ki, bu kültür Sol'da da vardır. Sıradan, apolitik biri, hangi duygularla dedikodu yapıyorsa, Sol'da da "siyasi" dedikodular, özünde aynı duygularla –yani başkalarının eksikliklerini konuşup kendi eksikliklerini örtbas etmek, başkalarını karalamak, spekülatif ortamlar yaratmak vb. amaçlarla– yapılıyor.
Dedikodu, halkın değerleri içinde doğru bir tutum olarak görülmediği için, hep ayıplanmış, yanlış bulunmuştur. Hatta "dedikoducu" bilinen insanlardan uzak durulmuştur.
Dedikodunun olduğu yerde insan ilişkileri zarar görmekte, birbirleriyle dayanışmak zorunda olan insanlar birbirleriyle uğraşmakta, birbirlerini yıpratmaktadır.
Beynini daha anlamlı ve daha yararlı uğraşlarla, bilgilerle doldurmak yerine, dedikodu malzemeleri ile doldurmak bir insana hiç bir şey katmaz. Kazandırmaz...
Dedikodu yapmayı alışkanlık haline getirenlerin dünyasını, insanların eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla uğraşmak doldurur.
Oysa zamanımız bu tür gereksiz şeylere zaman ayıramayacak kadar değerlidir. İnsan ilişkilerini bozan, herkese kuşkuyla ve gereksiz merakla bakmayı getiren bu alışkanlık, elbette hemen bırakılması gereken bir alışkanlıktır.
Burjuvazi milyonlarca insanı meşgul edecek, onların değer yargılarını aşındıracak, yoz bir yaşam anlayışı dayatmıştır. Dedikodu da bunun bir parçasıdır ve neredeyse, bütün televizyon programlarında son derece doğal bir şey gibi sunulmakta, kurumlaştırılmakta ve kanıksatılmaktadır.
Kaynağını burjuvazinin ahlak anlayışından ve yaşam tarzından alan bu kültür içinde dedikodu yapmak "yaşamın tuzu-biberi" olarak anlatılır. Yani kötü, olumsuz bir şey olarak değil, "yaşamı zenginleştirecek" bir şey olarak bakılır dedikoduya. Basın yayın organlarının "sosyete" diye halkın her gün karşısına çıkardığı döküntülerin boş zamanı çoktur. Yaşamlarını dolduracak ciddi bir uğraşları da yoktur. Onların dünyalarında "birbirini yemek" normaldir.
Bizler, halk olarak, ilerici demokrat insanlar olarak, dedikodudan uzak durmalıyız. Komşumuzla, arkadaşımızla, akrabamızla uğraşmayı bırakmalı, bizi ezenlerle, sömürenlerle uğraşmalıyız. Birbirimize yardım etmek, dayanışmak, sorunlarımızın çözümü için birbirimize destek olmak varken, birbirimizin kuyusunu kazmamalıyız.
Yaşamımızda, burjuvazinin değil, kendi kültürümüzü hakim kılmalıyız. Dedikodunun olduğu sohbetlere ortak olmamak, dedikodudan uzak durmak, bunun yanlışlığını anlatmak ilk yapmamız gerekenler içindedir.
Dedikodu yapmak; bir insanı, insanları çekiştirmek, gıyabında boş ve gereksiz konuşmak, yorumlar yapmak, onu yerin dibine batırmaktır. Halkın deyimiyle, "üzerine vazife olmayan" konularda insanların yaşamına sözle müdahale etmektir. Dedikodu yapanlar, kendi eksiklerini görmez, hep başkası ile uğraşırlar.
Dedikodu, "O dedi", "bu dedi" "şunu dedi" deyip, ilgili, ilgisiz herkesin arkasından konuşmak, çekiştirmektir.
Birgün evine geç gelmiş bir komşumuz, sorunları olan bir yakınımız, iş yerindeki bir arkadaşımız, sınıfımızdaki bir arkadaşımız pekala dedikodu malzemesi olabilir. Yerin dibine batırılabilir.
Dedikodu öylesine kanıksanmıştır ki, bu kültür Sol'da da vardır. Sıradan, apolitik biri, hangi duygularla dedikodu yapıyorsa, Sol'da da "siyasi" dedikodular, özünde aynı duygularla –yani başkalarının eksikliklerini konuşup kendi eksikliklerini örtbas etmek, başkalarını karalamak, spekülatif ortamlar yaratmak vb. amaçlarla– yapılıyor.
Dedikodu, halkın değerleri içinde doğru bir tutum olarak görülmediği için, hep ayıplanmış, yanlış bulunmuştur. Hatta "dedikoducu" bilinen insanlardan uzak durulmuştur.
Dedikodunun olduğu yerde insan ilişkileri zarar görmekte, birbirleriyle dayanışmak zorunda olan insanlar birbirleriyle uğraşmakta, birbirlerini yıpratmaktadır.
Beynini daha anlamlı ve daha yararlı uğraşlarla, bilgilerle doldurmak yerine, dedikodu malzemeleri ile doldurmak bir insana hiç bir şey katmaz. Kazandırmaz...
Dedikodu yapmayı alışkanlık haline getirenlerin dünyasını, insanların eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla uğraşmak doldurur.
Oysa zamanımız bu tür gereksiz şeylere zaman ayıramayacak kadar değerlidir. İnsan ilişkilerini bozan, herkese kuşkuyla ve gereksiz merakla bakmayı getiren bu alışkanlık, elbette hemen bırakılması gereken bir alışkanlıktır.
Burjuvazi milyonlarca insanı meşgul edecek, onların değer yargılarını aşındıracak, yoz bir yaşam anlayışı dayatmıştır. Dedikodu da bunun bir parçasıdır ve neredeyse, bütün televizyon programlarında son derece doğal bir şey gibi sunulmakta, kurumlaştırılmakta ve kanıksatılmaktadır.
Kaynağını burjuvazinin ahlak anlayışından ve yaşam tarzından alan bu kültür içinde dedikodu yapmak "yaşamın tuzu-biberi" olarak anlatılır. Yani kötü, olumsuz bir şey olarak değil, "yaşamı zenginleştirecek" bir şey olarak bakılır dedikoduya. Basın yayın organlarının "sosyete" diye halkın her gün karşısına çıkardığı döküntülerin boş zamanı çoktur. Yaşamlarını dolduracak ciddi bir uğraşları da yoktur. Onların dünyalarında "birbirini yemek" normaldir.
Bizler, halk olarak, ilerici demokrat insanlar olarak, dedikodudan uzak durmalıyız. Komşumuzla, arkadaşımızla, akrabamızla uğraşmayı bırakmalı, bizi ezenlerle, sömürenlerle uğraşmalıyız. Birbirimize yardım etmek, dayanışmak, sorunlarımızın çözümü için birbirimize destek olmak varken, birbirimizin kuyusunu kazmamalıyız.
Yaşamımızda, burjuvazinin değil, kendi kültürümüzü hakim kılmalıyız. Dedikodunun olduğu sohbetlere ortak olmamak, dedikodudan uzak durmak, bunun yanlışlığını anlatmak ilk yapmamız gerekenler içindedir.
Misafir- Misafir
Geri: Nasıl Bir Yaşam
Bizler, halk olarak, ilerici demokrat insanlar olarak, dedikodudan uzak durmalıyız. Komşumuzla, arkadaşımızla, akrabamızla uğraşmayı bırakmalı, bizi ezenlerle, sömürenlerle uğraşmalıyız. Birbirimize yardım etmek, dayanışmak, sorunlarımızın çözümü için birbirimize destek olmak varken, birbirimizin kuyusunu kazmamalıyız.
Çok yararlı bir yazı...teşekkürler Xasthur...
Çok yararlı bir yazı...teşekkürler Xasthur...
DicLe- doçent
- Mesaj Sayısı : 249
Kayıt tarihi : 12/01/10
Geri: Nasıl Bir Yaşam
YOZLAŞTIRMA POLİTİKALARINA İZİN VERMEYECEĞİZ!
Yozlaşma, yaşamın her karesinde içimize girmiş, çok farklı biçimlerde karşımıza çıkarılmıştır. Toplumun hemen her kesimini hedef almış, planlı programlı bir biçimde sürdürülmüştür.
Yozlaşma nedir? diye sorulduğu zaman, en kısa tanımını; "kapitalizmin ahlakıdır" şeklinde yapabiliriz.
Evet, kapitalizm ahlaksızdır. Kapitalizm, kuralsızdır. Paradan başka değeri yoktur. Hemen herşeyi yozlaştıran, içini boşaltan, insana değer vermeyen bir sistemdir. Yozluğu, bencilliği ve çıkarcılığı savunur.
Bu ahlaksızlığı, en yoğun olarak gençlik üzerinde deneyerek, yozluğu gençlik üzerinden sürdürür ve tüm halka yaymaya başlar. Gençlik gelecektir. Baş edilmesi zordur. O nedenle gençlik öncelikli hedeftir ve yozlaştırılarak tehlike olmaktan çıkarılmalıdır gençlik.
İşte kapitalizm sömürüsünü daha rahat sürdürebilmek için baştan başlar yozlaştırmaya, Bu politika bizleri ilköğretimden de önce 5-6 yaşlarında iken hedef almaya başlar. Tüketim, bencillik, halkın değerlerinden uzaklaşmak empoze edilir.
Kapitalizm, adım adım, yavaş yavaş, ahlaksız,sorumsuz ve bencil yaşamayı öğretir gençliğe. Halk, değerlerinden uzaklaştırır. Kılıktan kıyafete, yememizden içmemize kadar yozlaştırır.
Bunun sonucunda saygı, sevgi, insana ve hayata verilen değerler törpülenir. Çarpıcı bir örnektir; sınav sistemleri öyle düzenlenir ki aynı sırada oturduğu, birçok şeyi paylaştığı arkadaşını rakip olarak görür kendine. Yarışır onu geçmek için!.. Yeri gelir kalemini, silgisini bile paylaşmaz .
Gazetesi, dergisi, kitabı, okulları her şeyiyle bu düzen burjuvazinin yoz yaşamını dayatır gençliğe. Öyle yaşamaya özendirir. "Çalış, senin de olur" der. "Bizim gibi olacaksın olmazsan yaşama ya da yükselme şansın azalır" der. Haksızlıklara adaletsizliklere zulme boyun eğmemizi isterler. Magazin dergilerinden, programlarından başımızı kaldırmamızı istemezler...
Peki, gençlik olarak bu yozlaştırma politikasının karşısında nasıl duracağız? Ne yapmalıyız?
Sessiz kalmamız düşünülemez. Sessiz kalmamız, yozlaştırma politikasının başarıya ulaşması demektir. Gençlik olarak fakültelerde alanlarda akademik demokratik mücadelemizi yükseltmeli, kültürel faaliyetleri yoğunlaştırmalı, ama mutlaka örgütlenmeli ve bunları silah yapıp, ne olursa olsun bu politikayı yenmeliyiz.
***
Gençlik Üzerine
SÖZLER
Faşizme karşı mücadelede gençliğin muazzam önemini küçümsedik. Gençliğin kendine özgü ekonomik, siyasi ve kültürel çıkarlarını göz önünde bulundurmadık.
Georgi Dimitrov
***
Bunları
BİLİYOR MUSUNUZ?
2008'de Meslek lisesi çıkışlılar içinde;
Lisans programlarına yerleşenlerin oranı :
yüzde 4,3
Önlisansa yerleşenlerin oranı:
yüzde 24,2
ÖSS'ye giren 32 kişiden:
Biri İHL mezunu,
Dört kişiden biri meslek ve teknik lise mezunuydu.
***
YÖK'ün katsayı kararına Danıştay'dan ikinci iptal!
Danıştay 8. Dairesi, YÖK'ün üniversiteye girişte farklı katsayı uygulanmasına ilişkin 17 Aralık 2009 tarihinde aldığı kararı oy birliğiyle durdurdu.
Yükseköğretim Genel Kurulu (YÖK), 17 Aralık 2009'da üniversiteye giriş sınavında adaylara "farklı katsayı" uygulanması kararı almış ve puanlar hesaplanırken adayların kendi alanıyla ilgili program tercihinde Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanlarının (AOBP) 0.15, alan dışı tercihte 0.13 ile çarpılmasını kararlaştırmıştı.
YÖK Başkanı Özcan, Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararına "Bu bizi çok fazla etkilemez, daha önceki karar gibi. Tek endişem öğrencilerin olumsuz etkilenmesi. Öğrenciler çalışmalarına devam etsinler, morallerini bozmasınlar. Biz ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz. Sadece B değil, C ve D planlarımız da var" dedi.
Yozlaşma, yaşamın her karesinde içimize girmiş, çok farklı biçimlerde karşımıza çıkarılmıştır. Toplumun hemen her kesimini hedef almış, planlı programlı bir biçimde sürdürülmüştür.
Yozlaşma nedir? diye sorulduğu zaman, en kısa tanımını; "kapitalizmin ahlakıdır" şeklinde yapabiliriz.
Evet, kapitalizm ahlaksızdır. Kapitalizm, kuralsızdır. Paradan başka değeri yoktur. Hemen herşeyi yozlaştıran, içini boşaltan, insana değer vermeyen bir sistemdir. Yozluğu, bencilliği ve çıkarcılığı savunur.
Bu ahlaksızlığı, en yoğun olarak gençlik üzerinde deneyerek, yozluğu gençlik üzerinden sürdürür ve tüm halka yaymaya başlar. Gençlik gelecektir. Baş edilmesi zordur. O nedenle gençlik öncelikli hedeftir ve yozlaştırılarak tehlike olmaktan çıkarılmalıdır gençlik.
İşte kapitalizm sömürüsünü daha rahat sürdürebilmek için baştan başlar yozlaştırmaya, Bu politika bizleri ilköğretimden de önce 5-6 yaşlarında iken hedef almaya başlar. Tüketim, bencillik, halkın değerlerinden uzaklaşmak empoze edilir.
Kapitalizm, adım adım, yavaş yavaş, ahlaksız,sorumsuz ve bencil yaşamayı öğretir gençliğe. Halk, değerlerinden uzaklaştırır. Kılıktan kıyafete, yememizden içmemize kadar yozlaştırır.
Bunun sonucunda saygı, sevgi, insana ve hayata verilen değerler törpülenir. Çarpıcı bir örnektir; sınav sistemleri öyle düzenlenir ki aynı sırada oturduğu, birçok şeyi paylaştığı arkadaşını rakip olarak görür kendine. Yarışır onu geçmek için!.. Yeri gelir kalemini, silgisini bile paylaşmaz .
Gazetesi, dergisi, kitabı, okulları her şeyiyle bu düzen burjuvazinin yoz yaşamını dayatır gençliğe. Öyle yaşamaya özendirir. "Çalış, senin de olur" der. "Bizim gibi olacaksın olmazsan yaşama ya da yükselme şansın azalır" der. Haksızlıklara adaletsizliklere zulme boyun eğmemizi isterler. Magazin dergilerinden, programlarından başımızı kaldırmamızı istemezler...
Peki, gençlik olarak bu yozlaştırma politikasının karşısında nasıl duracağız? Ne yapmalıyız?
Sessiz kalmamız düşünülemez. Sessiz kalmamız, yozlaştırma politikasının başarıya ulaşması demektir. Gençlik olarak fakültelerde alanlarda akademik demokratik mücadelemizi yükseltmeli, kültürel faaliyetleri yoğunlaştırmalı, ama mutlaka örgütlenmeli ve bunları silah yapıp, ne olursa olsun bu politikayı yenmeliyiz.
***
Gençlik Üzerine
SÖZLER
Faşizme karşı mücadelede gençliğin muazzam önemini küçümsedik. Gençliğin kendine özgü ekonomik, siyasi ve kültürel çıkarlarını göz önünde bulundurmadık.
Georgi Dimitrov
***
Bunları
BİLİYOR MUSUNUZ?
2008'de Meslek lisesi çıkışlılar içinde;
Lisans programlarına yerleşenlerin oranı :
yüzde 4,3
Önlisansa yerleşenlerin oranı:
yüzde 24,2
ÖSS'ye giren 32 kişiden:
Biri İHL mezunu,
Dört kişiden biri meslek ve teknik lise mezunuydu.
***
YÖK'ün katsayı kararına Danıştay'dan ikinci iptal!
Danıştay 8. Dairesi, YÖK'ün üniversiteye girişte farklı katsayı uygulanmasına ilişkin 17 Aralık 2009 tarihinde aldığı kararı oy birliğiyle durdurdu.
Yükseköğretim Genel Kurulu (YÖK), 17 Aralık 2009'da üniversiteye giriş sınavında adaylara "farklı katsayı" uygulanması kararı almış ve puanlar hesaplanırken adayların kendi alanıyla ilgili program tercihinde Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanlarının (AOBP) 0.15, alan dışı tercihte 0.13 ile çarpılmasını kararlaştırmıştı.
YÖK Başkanı Özcan, Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararına "Bu bizi çok fazla etkilemez, daha önceki karar gibi. Tek endişem öğrencilerin olumsuz etkilenmesi. Öğrenciler çalışmalarına devam etsinler, morallerini bozmasınlar. Biz ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz. Sadece B değil, C ve D planlarımız da var" dedi.
Misafir- Misafir
kendini düşünmek
"Kendini, sadece kendini düşüneceksin!" diyor bu kokuşmuş düzeni savunanlar. Yani gönlünde; ailen, arkadaşların, dostların komşuların, yüzlerini görmediğin insanlar olmayacak!
Ailen olacak ama sadece "kendin" olacaksın! Arkadaşların olacak ama sadece "kendin"i düşüneceksin... Gözün, hiç kimseyi görmeyecek, sadece "ben" diyeceksin...
Düzenin bu adaletsiz, bencilce düşüncelerle donattığı biri, mesela, pekala yaşlı annesini kapının önüne koyabilir. Muhtaç birine, en yakını bile olsa, elini uzatmayabilir. Zira, kendi bencil yaşamı için herşeyi çiğneyecek duruma gelmiştir. Böbreğinin değişmesi zorunlu olan kardeşi umurunda bile değildir mesela. Böbreğinin birini vermeyi aklına bile getirmez. Kardeşi de olsa cevabı hazırdır: "Başkasından bulsun!"
Peki bu nasıl bir yaşamdır? Hiç kimsenin derdi, acısı, ihtiyacı umurunda olmayan, sadece kendi yaşamını düşünen bir insan, ne kadar ve nasıl bir insandır? Ne kadar aklı, vicdanı, ne kadar değeri vardır?
Herbirimizin kendimize ilişkin olarak kimi düşüncelerimiz vardır. Bunların olması doğaldır. Doğal olmayan, herşeyin merkezine kendi yaşamımızı koymamızdır.
Sadece "kendini düşünmek", kendini yaşamın merkezine koymak, benmerkezciliktir. Herşeyi kendine hak olarak görmek, fedakarlık yapmamak, sıkıntıya gelmemek, "başkasının sorunları ile canını sıkmamak" bu bencilliğin sonucudur.
Emek vermeyen, kendi dışındaki sorunlara duyarlı olmayan, hep "iyi giyinmeyi", "hep iyi yemek yemeyi", "hep eğlenmeyi", "hep tek başına para harcamayı" düşünmektir mesela bencillik!
Düzenin bakışıdır bu. "Sadece kendin için yaşamalısın" diyor düzen. Kendini kurtar diyor düzen. Ve diyor ki, "senin kendini kurtarman için başkaları batmalıdır". "Başkalarını ezerek yüksel" diyor düzen. Böyle olunca da bencillik ve sadece kendini düşünmek yönetiyor o insanı.
Düzen; çocuklarımızı, anne ve babalarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, insanlığından çıkarıyor, tanınmaz hale getiriyor... Hergün birlikte olduğumuz, aynı yerde çalıştığımız insanları işte bu nedenle tanımakta zorluk çekiyoruz.
Tanınmaz hale gelmek istemiyorsak, halkın değerlerine sarılacağız. Annesini kapının önüne koyan, uyuşuturucu kullanan komşusunun çocuğunu görmezden gelen insanların durumuna düşmek istemiyorsak, önce adaletli, vicdanlı olacağız.
Sadece kendimiz için değil, hepimiz için düşüneceğiz. Yaşamı paylaşmak, hepimiz için yaşamak, bu bencilce düşünceleri engelleyecektir.
Ailen olacak ama sadece "kendin" olacaksın! Arkadaşların olacak ama sadece "kendin"i düşüneceksin... Gözün, hiç kimseyi görmeyecek, sadece "ben" diyeceksin...
Düzenin bu adaletsiz, bencilce düşüncelerle donattığı biri, mesela, pekala yaşlı annesini kapının önüne koyabilir. Muhtaç birine, en yakını bile olsa, elini uzatmayabilir. Zira, kendi bencil yaşamı için herşeyi çiğneyecek duruma gelmiştir. Böbreğinin değişmesi zorunlu olan kardeşi umurunda bile değildir mesela. Böbreğinin birini vermeyi aklına bile getirmez. Kardeşi de olsa cevabı hazırdır: "Başkasından bulsun!"
Peki bu nasıl bir yaşamdır? Hiç kimsenin derdi, acısı, ihtiyacı umurunda olmayan, sadece kendi yaşamını düşünen bir insan, ne kadar ve nasıl bir insandır? Ne kadar aklı, vicdanı, ne kadar değeri vardır?
Herbirimizin kendimize ilişkin olarak kimi düşüncelerimiz vardır. Bunların olması doğaldır. Doğal olmayan, herşeyin merkezine kendi yaşamımızı koymamızdır.
Sadece "kendini düşünmek", kendini yaşamın merkezine koymak, benmerkezciliktir. Herşeyi kendine hak olarak görmek, fedakarlık yapmamak, sıkıntıya gelmemek, "başkasının sorunları ile canını sıkmamak" bu bencilliğin sonucudur.
Emek vermeyen, kendi dışındaki sorunlara duyarlı olmayan, hep "iyi giyinmeyi", "hep iyi yemek yemeyi", "hep eğlenmeyi", "hep tek başına para harcamayı" düşünmektir mesela bencillik!
Düzenin bakışıdır bu. "Sadece kendin için yaşamalısın" diyor düzen. Kendini kurtar diyor düzen. Ve diyor ki, "senin kendini kurtarman için başkaları batmalıdır". "Başkalarını ezerek yüksel" diyor düzen. Böyle olunca da bencillik ve sadece kendini düşünmek yönetiyor o insanı.
Düzen; çocuklarımızı, anne ve babalarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, insanlığından çıkarıyor, tanınmaz hale getiriyor... Hergün birlikte olduğumuz, aynı yerde çalıştığımız insanları işte bu nedenle tanımakta zorluk çekiyoruz.
Tanınmaz hale gelmek istemiyorsak, halkın değerlerine sarılacağız. Annesini kapının önüne koyan, uyuşuturucu kullanan komşusunun çocuğunu görmezden gelen insanların durumuna düşmek istemiyorsak, önce adaletli, vicdanlı olacağız.
Sadece kendimiz için değil, hepimiz için düşüneceğiz. Yaşamı paylaşmak, hepimiz için yaşamak, bu bencilce düşünceleri engelleyecektir.
Misafir- Misafir
Anneler günü
Her yıl Mayıs ayının ikinci pazarı dünyada Anneler Günü olarak kutlanmaktadır. Burjuvazi herşeyi olduğu gibi annelerimize olan sevgimizin de içini boşaltmış, o günü de bir tüketim gününe dönüştürmüştür.
Anneler gününe ilişkin reklamlar haftalar öncesinden başlıyor. Sigortacısından, beyaz eşyacısına, emlaktan sıradan bir tüketim malzemesine kadar "anneler günü" üzerinden reklamı yapılıp pazara sürülüyor.
Kapitalist tüketimi körüklemek için annelerimize olan sevgimiz kullanılıyor, sömürülüyor. Anneler günü olduğunda hatırlanan anneler, Bir kaç yaşlılar yurduna yapılan ziyaret görüntüleri... sistem böylece "annelere ne kadar çok değer verdiğini, onları unutmadığını göstermiş" oluyor!
Oysa anneleri ağlatan kimdir? Binlerce, yüzbinlerce annemiz var gözü yaşlı. Açlıkla, yoksullukla boğuşan, çocuğuna süt alamayan annelerimizi ağlatan bu düzen değil mi? Anaların yüreğini yakan bu düzen değil mi? Evlatları coplayan, işkenceyle katleden, hapishanelere atarak anaların yüreğini yakan bu düzen değil mi? Annelere kıyan düzenin anneler için "gün" düzenlemesi, anneleri hatırlaması, ne kadar samimidir. Mesele samimiyet meselesi de değil. Kapitalist sistem herşeyi kullanıyor. Tüm duygularımızı tüketim için kullanıyor.
Biz annelerimizi yılda bir kez hatırlamayız. Yılda bir kez, bir demet çiçek vermek, bir hediye almak annelere olan sorumluluğumuzu yerine getirmek değildir. Kapitalizm anne baba çocuk ilişkisini zaten bireycileştirmiş, çıkarcı ilişkiler haline getirmiştir. Ve biçimselleştirmiştir.
Milyonlarca ananın ağlatıldığı düzende yılda bir demet çiçek alarak annelerimize karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmiş olmayız. Analarımızın ağlatılmadığı bir düzeni kurmak, dünyanın tüm analarına en güzel hediyemiz olacaktır.
Anneler gününe ilişkin reklamlar haftalar öncesinden başlıyor. Sigortacısından, beyaz eşyacısına, emlaktan sıradan bir tüketim malzemesine kadar "anneler günü" üzerinden reklamı yapılıp pazara sürülüyor.
Kapitalist tüketimi körüklemek için annelerimize olan sevgimiz kullanılıyor, sömürülüyor. Anneler günü olduğunda hatırlanan anneler, Bir kaç yaşlılar yurduna yapılan ziyaret görüntüleri... sistem böylece "annelere ne kadar çok değer verdiğini, onları unutmadığını göstermiş" oluyor!
Oysa anneleri ağlatan kimdir? Binlerce, yüzbinlerce annemiz var gözü yaşlı. Açlıkla, yoksullukla boğuşan, çocuğuna süt alamayan annelerimizi ağlatan bu düzen değil mi? Anaların yüreğini yakan bu düzen değil mi? Evlatları coplayan, işkenceyle katleden, hapishanelere atarak anaların yüreğini yakan bu düzen değil mi? Annelere kıyan düzenin anneler için "gün" düzenlemesi, anneleri hatırlaması, ne kadar samimidir. Mesele samimiyet meselesi de değil. Kapitalist sistem herşeyi kullanıyor. Tüm duygularımızı tüketim için kullanıyor.
Biz annelerimizi yılda bir kez hatırlamayız. Yılda bir kez, bir demet çiçek vermek, bir hediye almak annelere olan sorumluluğumuzu yerine getirmek değildir. Kapitalizm anne baba çocuk ilişkisini zaten bireycileştirmiş, çıkarcı ilişkiler haline getirmiştir. Ve biçimselleştirmiştir.
Milyonlarca ananın ağlatıldığı düzende yılda bir demet çiçek alarak annelerimize karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmiş olmayız. Analarımızın ağlatılmadığı bir düzeni kurmak, dünyanın tüm analarına en güzel hediyemiz olacaktır.
Misafir- Misafir
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Çarş. Ekim 20, 2010 10:05 pm tarafından AMEDEUS
» .........
Perş. Ekim 14, 2010 3:56 pm tarafından AMEDEUS
» manzara
Çarş. Ekim 13, 2010 9:26 pm tarafından Deniz
» manzara fotoğrafları
Çarş. Ekim 13, 2010 9:18 pm tarafından Deniz
» Paydos/ C.Sıtkı Tarancı
Salı Ekim 05, 2010 2:49 pm tarafından AMEDEUS
» logo..........
C.tesi Ekim 02, 2010 11:45 pm tarafından ezgi
» ..................
C.tesi Ekim 02, 2010 2:09 pm tarafından DicLe
» Çile
Salı Eyl. 21, 2010 2:01 pm tarafından AMEDEUS
» Görmemişin bebeği olmuş...
Salı Eyl. 21, 2010 12:27 pm tarafından DicLe
» facebooktan video indirme
Salı Eyl. 21, 2010 10:08 am tarafından ezgi
» Taş atan çocuk
Ptsi Eyl. 20, 2010 5:00 pm tarafından DicLe
» BARIŞ
Ptsi Eyl. 20, 2010 4:27 pm tarafından DicLe
» BEKLENTİSİZ....
Ptsi Eyl. 20, 2010 4:24 pm tarafından DicLe
» UZAKTAN ...
Ptsi Eyl. 20, 2010 4:22 pm tarafından DicLe
» CAN YÜCEL'DEN MAL BEYANI
Perş. Eyl. 16, 2010 1:36 pm tarafından yoll
» ARKADAŞLIK
Ptsi Eyl. 13, 2010 11:20 am tarafından ezgi
» ARKADAŞLIK
Ptsi Eyl. 13, 2010 11:15 am tarafından ezgi
» ŞİİR
Ptsi Eyl. 13, 2010 11:08 am tarafından ezgi
» Kamuflaj
C.tesi Eyl. 11, 2010 5:32 pm tarafından AMEDEUS
» UZAK
Çarş. Eyl. 08, 2010 5:05 pm tarafından ezgi
» Yeşillik
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:59 pm tarafından ezgi
» Salam Gibi
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:57 pm tarafından ezgi
» Benlik_Oruç Aruoba
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:56 pm tarafından ezgi
» BİR AYRILIŞ HİKAYESİ
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:54 pm tarafından ezgi
» Pembe Deniz
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:51 pm tarafından ezgi
» HAYAT
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:48 pm tarafından ezgi
» Benim Yazdığım Sen
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:47 pm tarafından ezgi
» Seviyorum Seni
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:46 pm tarafından ezgi
» BERFİN
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:44 pm tarafından ezgi
» Bahar Gelmiş
Çarş. Eyl. 08, 2010 4:43 pm tarafından ezgi